Haber Resmi

Havaalanında vedalaşırken sarıldık birbirimize. Sırtını sıvazladım, bize 6 gün boyunca kardeşlik ettiği için teşekkür ettim.

“Yolun apaçık olsun İbrahim. Dünya, senin gibilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor. Allah seni korusun.”, dedim.

Gülümsedi, o da teşekkür etti. Ben Mardin’e yine geleceğime söz verdim, o da İzmir’e geldiğinde arayacağına söz verdi. Tam giderken arkamdan “Abla!”, diye seslendi. “Dediğin gibi yazacak mısın Mardin’i?”.

“Söz!”, dedim “Söz sana! Yazacağım.”.

***

Yıllardır abla kardeş olduğumuz Süryani Nurcan Ablamız’dan eşim Mehdi’yle birlikte Mardin ve Midyat’ı dinleriz. Eskimeyen anılar, ninelerden dedelerden aktarılan efsaneler, öyküler, kıbbeler, kibeler ve daha neler neler… 16 yaşında ardında bırakıp gittiği evini, köyünü, şehrini, memleketini özlemle anlatırken içindeki sevgi gözlerinden akar derinden dinleyenin kalbine. Anlattıklarını beraberce yerinde görmeyi istedik yıllarca, bir türlü olmadı. Taa ki geçtiğimiz hafta sonuna kadar.

Hepimizin ortak noktası olan spor merkezimiz Stüdyo Pilates çemberinde 13 kadın bir araya geldik ve Diyarbakır uçuşlu 3 günlük Mardin-Midyat gezisine çıktık. Uçağın yarısından fazlası bizim gibi gezip görmek için yol alan kadınlarla doluydu. Renkli ve neşeli bir uçak indi böylece Diyarbakır’a.

Bizi bekleyen aracımıza bindik. Tur rehberimiz İbrahim’in bize anlattığı tarihi öyküleri dinleyerek sürücümüz İbrahim’in direksiyon salladığı yolları aşıp geldiğimiz ilk durak Diyarbakır Sur oldu. Bombalı saldırıdan hasar gören yerlere eskiyi yaşatan ve geleneksel dokusunu koruyan yepyeni bir çarşı yapılmış. Hala bazı yerlerinde restorasyon çalışmaları devam ediyor. Keyifle dolaşıp kahvaltı niyetine ciğer yedikten sonra serin bir avlusu bulunan kahvede birer menengiç kahvesi de içip biraz da Eski Diyarbakır Çarşısı’nda dolaşıp devam ettik.

Mardin’e geldiğimizde ise şehir dokusunun değiştiğini mimarisinden hemen anlıyorsunuz. Eski Mardin’de otele doğru ilerlerken Mezopotamya’nın kadim beşiğinde kendimi inanılmaz bir duygu içinde hissettim. Etrafta dağlar, eteklerine dek uzanan kendine has stiliyle Mardin evleri ve o mistik hava… Bunca yıldır Konya’nın ötesine hiç geçmemiş bir Türk vatandaşı olarak kendi kendime “Bak Elif, burası da senin vatanının toprakları!”, dedim içimden büyük bir hayranlıkla. Bu cümleyi 1 haftalık yolculuğum boyunca birçok yerde hatırlatacaktım kendime.

Ve başladık zaman kaybetmeden Mardin’i arşınlamaya…

Tur Rehberimiz İbrahim’in peşinden Büyük Selçuklu Dönemi mirası Kasımiye Medresesi’ni gezerken bir yandan da orda fotoğraf çekimi için gelen gelin ve damatların karelerinde çıkmamak için dikkatlice bir köşeden diğerine geçmeye çalıştık. Öyle güzel bir atmosfer var ki içerde, bu yüzden neden burada fotoğraf çektirdiklerini sormak aklımıza bile gelmedi. Işık nefis, ortam eşsiz, motifler zengin ve fotoğrafçılar birer büyücü! Gerçekten bambaşka sanatçılar çıkartmış bu manzaralar Mardin’li gençlerin içinden. Birçok yerde Kasımiye Medresesi’nde ilk defa karşılaştığımız fotoğrafçı olarak iş yapan genç çocuklar isteyenin harika pozlarını çeşitli tekniklerle çekip insanı şaşırtıyorlar. Tüm cep telefonu markalarının kameralarına hakimler ve inanılmaz pozlar yakalıyorlar. Biz ve bizim gibi gezen gruplar çok artistik pozlarımızı en favori albümlerimize kattık. Gönlümüzden kopanı teşekkürlerimizle büyücülere verip hava kararmadan hemen önce biraz dinlenmek ve akşam yemeğine hazırlanmak için otele döndük.

Otelimiz hemen merkezde, çarşının ortasında, restoranların arasında güzel bir konumdaydı. Yürüyerek ve sonra yine merdivenleri çıkarak yiyecek olduklarımızı öncesinden haketmiştik bile. Geleneksel yapıdaki restoranda Mardin mutfağının özel sunumları ve tatları bizi bizden aldı. Müzikler, mezeler ve etler sonrasında geç vakitte yatıp erkenden kalkarak güneşin sabah yüzünü aydınlattığı Mardin’i otelimizin terasından seyredip içimize işledik.

İbrahimler tam saatinde otelin kapısından bizi alıp her adımda insanı kendine hayran bırakmaya devam eden bu şehirde bambaşka bir güzellikle tanıştırdılar: Deyrulzafaran Manastırı. Asur İmparatorluğu ve Arami’lere dayanan kökleriyle Süryaniler’in, Antik Çağlarda Güneş Tapınağı olarak da bilinen bu manastırı 5. yüzyıldan bu yana nasıl ayakta tuttuklarını düşününce insan hayran kalıyor. Bahçesinde bir zamanlar safran çiçekleri yetiştiği için adını ordan alarak Safran Manastırı anlamına gelen Deyrulzafaran olmuş adı ve günümüze dek dimdik ayakta kalabilmiş. UNESCO tarafından da Dünya Mirası Geçici Listesi'nde Buradaki dokuz kilise ve manastırdan biri olması sevindirici.

O güzel kafesinde önce birer Süryani Kahvesi içtik. Mis gibi kakule kokusunu içime çekerken yoğun kahve tadı insanın ağzında ferah bir tat bırakıyor. Aslında birkaç fincan daha içmek istedim ama daha çıkılacak onlarca merdiven, görülecek tarih ve edilecek dua çokken manastıra gitmek için yalnızca orda bulunduğu söylenen Safran Kolonyalarımızı da çantalarımıza atıp aceleyle harekete geçtik.

Yalnızca yapısı, işlemeleri, mozaikleri ve sembolleri değil, dokunduğunuzda birçok şey hissettiren duvarları var. Hatta dinlemeyi bilirseniz taşların kulağınıza fısıldadıklarını da duyabilirsiniz belki. Kalabalıkların gitmesini beklediğimde gezdirilen bazı odalarda tek başıma elimi kalbime götürüp bir süre öylece kaldım. İçimden yalnızca bu topraklarda yüzlerce yıldır yaşanan tüm acıların sonlanması ve huzurun gelmesi için dua etmek geldi. Kabul olsun.

Devam ettiğimiz yol bizi Dara Antik Kenti namı diğer Anastasiapolis’e  götürdü. O nasıl bir doku, ne kadim bir yapıdır! Anastasius, Doğu Roma İmparatoru, 505 yılında Sasani’lerden korunmak için askeri bir garnizon olarak yaptırmış burayı. Mezopotamya’nın idaresi buradan yürütülmüş. Bu denli antik ve oldukça önemli yerde oyuntuların içlerini gezerken o dönemlerdeki insanları düşledim etrafımda. Kendim de onlardan biriydim sanki. Farklı bir senaryoda oyun sergileyen bir oyuncu gibi hayalimde gezinirken aniden bir yabancılaştırma efekti ile günümüze döndüm: Bir sigara izmariti, plastik pembe bir pipet ve kullanılıp atılmış peçete! Hem de oyuklardan birinin içine gelişigüzel atılmış. Derin bir nefes alıp başımı yukarı kaldırdığımda ise bambaşka bir şaşkınlık sardı hücrelerimi. O da ne? Taa yukarlardaki oyukların içinde büyük harflerle özenle kazınmış Mustafa yazısı. Henüz çöpler için neden bu kadar pis olabiliyoruz diye soramadan karşılaştığım bu hadsizlik öyle sinirlendirdi ki beni. Diğerleri da farkedince aramızda bir hayli yorumlaştık. Vardığımız sonuç tabii ki eğitimin aileden başlaması ve önce kadının eğitimli olmasından yanaydı. Anastasius’un ve buraya emek verenlerin adı bir yana sen bu dünya için ne yaptın da adını tarihin üstüne yazmaya kalktın ey Mustafa?!

İçim acıdı.

Yürürken yanımıza yaklaşan, adının Doğan olduğunu öğrendiğimiz kumral, 11-12 yaşlarında aydınlık yüzlü bir çocuk istersek fotoğrafımızı çekebileceğini söyleyince hemen kabul ettik. Artık biliyorduk ki bu işi biliyorlardı. Sosyal medyada arada karşımıza çıkan iyi fotoğraf çekebilmek için gösterilen tüm hileleri bir hayat felsefesi gibi tam da yerinde kullanıp gezimize anlam kattılar sağolsunlar. Kendi harçlığını bu yaşta çıkarmaya başlayan çocukları ve gençleri görünce insanın içi umutlanıyor.

Kalabalıkları aşıp her yerini görüp hayran kaldıktan sonra çıkışta rengarenk Şahmeran şallarından birer anı niyetine aldık. İçimize derin Dara kokusunu çekip otelimize döndük.

O akşam bir başka konaktan restorasyon edilmiş restorandaydık. Yine tadına doyulmaz mezeler ve alevli bir gösteriyle gelen kaburga dolması bir yanda, Arapça, Türkçe, Süryanice ve Kürtçe söylenen türkülerden sonra herkesin tek ses olup coştuğu İzmir Marşı bir mühür gibi gecemize izini bıraktı.

Bir ara dönüp etrafıma baktım. Herkes o kadar mutlu o kadar güzeldi ki… Ne dilin, ne dinin ne de etnik kökenin baskısı yoktu. Rengarenk ışık toplarının dansı gibi müthiş bir ahenk içinde geçişi olan bambaşka bir alanda hissettim kendimi. İşte bu kadim toprakların insana kattığı en yüce şey belki de koşulsuz sevgiden doğan hoşgörüydü. Şimdilerde fazlasıyla ihtiyacımız olan hoşgörü…

Tatilimiz boyunca bizi gezdirip buraları anlatan sürücümüz ve araç kiralama şirketi olan İbrahim’le bunları konuşmaya bol bol fırsatımız oldu.

Arkadaşlarım İzmir’e döner dönmez yıllardır birlikte gezip görme hayali kurduğumuz Mehdi İzmir’den ve Mardin asıllı Süryani Nurcan Ablam da İskenderiye’den atlayıp geldiler. Böylece ekip tamamlandı. Ben şanslıydım çünkü gezdiğim yerleri tekrar inceleme fırsatım oldu. Ayrıca ek olarak Midyat’ı, Nusaybin’i ve İdil’i de görme imkânı bulduk.  Ne de iyi oldu.

Deyrulzafaran’a ikinci kez gittiğimizde Sevgili Başrahip bize o güzel kahvelerinden ikram etti. Kahveleri yapan genç ise bizim İbrahim’in okuldan sınıf arkadaşıymış. Kalabalıklarla gezilmeyen yerleri görmemizi sağladılar sağolsunlar. Yalnızca rahibeler ve misafirlerin kaldığı üst taraftaki avlu ve onun da üzerindeki çatı kısmına çıktığımızda tüm manzara gözlerimizin önündeydi. Bir süre öylece etrafımı seyrettim içimdeki hüzünle. Gözlerim doldu yeniden. Medeniyetlerin beşiği paha biçilmez Mezopotamya topraklarına o toprakların üzerinden bakıyordum. Yüzlerce yıldır paylaşılamayan o topraklardaydım sonunda. Önümde alabildiğine uzanan bir ova, arkamda ise heybetli dağlar ve üzerlerinde hala belli zamanlarda inzivalar için kullanılan kayalıklardaki oyuklar… Deneyimlemeden anlaşılamayacak bu duygu devinimlerinin tarifi için dildeki sözcüklerin yetersiz kaldığı bir an yaşadığımı hissettim. Yalnızca durdum, kaldım. Bu havayı derin derin içime çektim, nefesimle tüm hücrelerime yerleştirmeye niyet ettim. Bir de yeniden dua ettim umutla: Barış ve huzur bu topraklarda yeşersin.

Dönüş yolunda yine İbrahim’le sohbet ettik. Coğrafya gerçekten insanoğlunun kaderi. Ben İzmir’den gelinceye dek İbrahim’i anlayamazmışım, İbrahim İzmir’e gelinceye dek beni anlayamazmış, bunu anladık. Askerliğini Gaziemir’de yaptığı için İzmir’e dair anılarını gülümseyerek anlattı. Hayatında güzel bir dönem olmuş onun için, çok da sevmiş bizim buraları. “Peki sen sevdin mi Mardin’i, Abla?”, diye sorunca gözlerim yeniden doldu. Buralarda ne çok duygulanıyor insan. “Sevmek ne kelime, bayıldım.”, dedim. “Buralara gelmeden, buranın havasını koklamadan, insanıyla konuşmadan, birlikte kahve içmeden ve anılarını dinlemeden fotoğraflardan yalnızca -mış gibiymiş sevgim şimdiye kadar. Aslında herkes birbiriyle ne güzel kaynaşmış, anlaşmış ve huzurla yaşamış yıllar boyu. İzmir’de de biz Müslüman, Hristiyan, Ermeni, Rum ve Yahudiler böyle iç içe yaşamaya alışık olduğumuzdan belki, Mardin’in hayat tarzı çok yakın geldi bana. Çok sevdim buraları, yine gelmek isterim.”, dedim. “Bize dayatılmaya çalışılan bu düzende bölünmüşlük ve ötekileştirme hissi öyle baskındı ki buralara gelmekten korkardık. Elmalarla armutları ayırt edemeyen bir toplum yaratmaya çalıştıkları için Medeniyetin Beşiği bu güzel Mezopotamya adını terörle lanetlemeye çalıştılar. Ama bak, buraları öyle kadim bilgelikle, öyle kuvvetli bir kültürle harmanlanmış ki, 13 kadın, kadın başımıza bile gelsek tek bir Allah’ın kulu ne dönüp baktı ne bir taşkınlık yapan oldu. Kendi mahallemizdeymiş gibi güvende hissettik kendimizi. Hem oteldeki çalışanlar (Bu arada otel müdürümüzün adı da İbrahim’di.), hem alışveriş yaptığımız tüm esnaf hem de restoranlardakiler öyle içten davrandılar ki. Müslümanı, Süryanisi, Ezidisi, Kürdü, Arabı, Türkü hepsi bir olabilmişler ve bir potada birlikte yaşamaya alışmışlar. Bu çok kıymetli. Keşke her zaman her yer böyle olabilse. Yeter ki kimse ortaya bir kıvılcım atıp yangın çıkartmaya kalkmasın.”, dedim.

“Keşke Abla”, dedi İbrahim. “Keşke…”

Konuşurken Kasımiye Medresesi’ne gelmiştik bile. Bizimkileri gezdirmek için yeniden girip dolaştık. Katmerlenen hayranlığım yerdeki sigara izmaritleri, naylon poşetler ve peçetelerle örselendi. Kendi kendimize söylenmeye başladık aramızda. Arabaya doğru yürürken yanımızdan geçen iki gençten biri bir elinde profesyonel fotoğraf makinası, diğer elinde Starbucks’tan almış ve içmiş olduğu soğuk kahvenin plastik bardağını fırlattı, tam da benim ayağımın ucundan geçip kaldırıma çarparak tepetaklak durdu. Bir anda sesim kanımın beynime fırlaması sebebiyle kontrolsüz olarak yükseldi:

“Ama, şimdi tam da bu çöpleri konuşurken hiç oldu mu sizin de bunu yapmanız? Keşke çöpe atsaydınız!”, deyince mahcup olup, “Haklısınız, boş bulundum. Hemen alıp çöpe atayım!” gibi bir geri dönüş beklerken hiç beklenmedik bir tavırla karşılaştık. “Ne olmuş yani, istediğim gibi istediğim yere atarım. Buraları bizim, Kürdüm ben! Anamdan babamdan böyle gördüm! Sana ne!”, deyince İbrahim “Hadi Abla gel sen, bazıları böyle kavga arar. Boşver.” dedi.

Yalnızca arkama bakıp “Yazık”, diyebildim. Kendisinin kalbine sevgi ışığı doğsun diledim ve önüme dönüp arabaya bindim.

Şimdiye dek konuştuğumuz birlik, hoşgörü ve barış konularına hiç uymayan bir üslup oldu bu. Kurduğu cümlelerdeki satır aralarından çıkanlar umarım bu ülke topraklarının güçlü harmanıyla başkalaşıp dönüşebilir. Az önce bahsettiğim elmalarla armutlar için bir örnek de tecrübe etmiş olduk. Geçirdiğimiz bunca güzel zamanın bozulmasına tabii ki izin vermeden yolumuza devam ettik.

Devam edecek…

ELİF T. DASTORİ  I  28.10.2024